SARGUT: İNSAN ALLAH’I SEVDİKÇE KULU SEVMEYİ DE ÖĞRENİYOR

05 Ekim 2015

CEMALNUR SARGUT, tasavvufun önde gelen isimlerinden. Farklı ülkelerde yayınladığı kitaplar ve üniversitelerde açtığı kürsüler ile dünyada İslamiyet’in sevilmesi ve yayılmasına hizmet eden bir isim. Biz de bu sayımızda kendisinden tasavvufu ve çalışmalarını dinledik…



Öncelikle bize kendinizden bahseder misiniz?

Çok şükür büyük bir lütuf olarak ben mutasavvıf bir ailenin içine doğdum. Kendimden çok ailemi anlatabilirim çünkü bana çok örnek oldular. Hayatta hiçbir şeyin problem olmadığı bir ailede büyüdüm. Çok büyük felaketler, sıkıntılar geldi başımıza fakat bizim evde düğün bayram gibi geçti. Annem hadiselerin hep negatif taraflarını silip, pozitif taraflarını gördüğü için üzülmeye iznimiz yoktu. Evlat kaybından tutun, babamın uzun süre hapiste kalışı gibi bayağı zor devrelerin çok zevkli geçtiği bir hayat sürdük. Ben altı yaşında ağır bir verem geçirdim. Bu verem mesela beni ölüme çok yaklaştırdı. Ölümü sevmeyi, ölüm zevkini öğrendim. Ölümün aslında güzel olduğunu ve hazır olduğumu hissettim. Bana farklı bir tecrübe yaşattı. Bunun dışında anne ve babamın daima etraf için çalışması, hiçbir zaman kendilerini ve ailelerini ön plana almayışları da bizi iki kardeş olarak son derece etkiledi. Annem, doğduğumuz günden beri ben sizi hem milletinize hem de İslam alemine hizmetçi olarak doğurdum dediği için hep hizmet arzusuyla yetiştik. O bakımdan da kız kardeşim doktor oldu. Bende bu tarz bir öğretmenliği tercih ettim. Evlendim, eşimle ayrıldım. Bunlarda bana çok iyi tecrübe oldu. 34 yaşından itibaren bekar yaşıyorum ve çok zevkli bir hayat sürüyorum. Her gün artan Allah aşkıyla, öğrendikçe zevkten zevke girilen, çok şükür hayatı değerli kılan, cenneti dünyada bulduran bir sevgiye yöneldim. İnsan Allah’ı sevdikçe kulu sevmeyi de öğreniyor. Kulların kusurlarını görmemeyi, herkesin bir vazifeyle geldiğini görüyorsunuz.

Toplumda çok sık kullanılan, çoğu zamanda yanlış kullanılan tasavvuf kelimesi size göre nedir ve nasıl tanımlanmalıdır? Tasavvufun kişi ve toplumların ortak dili olacağını savunuyorsunuz bu nasıl olur?

Tasavvuf Hz. Adem ile başlamış bir kere çünkü herkesin kendi hakikatini arama yoludur. İçine bir yolculuk yapması gerektiğine inanıyor insan. Çok enteresandır kendini tanıyabilmesi için önce dışarıyı tanıması gerekiyor. Çünkü dışarıdaki her şey insanın kendisi için var olmuştur. Mesela gördüğü hayvanlar kendi içindeki hislerin bir tezahürüdür. Tasavvuf İslam’la en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Çünkü tevhit anlayışı sadece İslam’da var. Yani Allah herkesin Allah’ıdır. Bir dine mensup değildir ve peygamber herkesin peygamberidir. Bu idrak tasavvufu zirveye ulaştırmıştır. İnsan dinin güzel ahlak olduğunu ve güzel ahlaklı olmanın tüm dinlerin esas ve birleştirici noktası olduğunu öğreniyor. Peygamber ise ben güzel ahlaktaki en son tuğlayım demekle bir tamamlanış yaşadığından bahsediyor. Öyleyse ben kendi çapımda bu tamamlanışı yaşamazsam dindar olamam. Peygamberin yaşantısını yaşamak, işine olan hürmetini, saygısını, kibarlığını, zarafetini, kadına verdiği muazzam değeri, çocuğa verdiği üst seviyedeki değeri, komşuya verdiği değeri, üç tane köpek yavrusu yüzünden savaşın yolunu değiştirmesiyle hayvana verdiği değeri işte tüm bunları yaşadığınız zaman tasavvufu yaşıyorsunuz demektir. Zaten tasavvuf bir yaşam biçimidir. Onun içinde herkesin yaşam biçimi farklı olduğundan tüm bu tasavvuflarda farklı bir tarif oluşturuyor. Mesela en büyük mutasavvıflardan biri Cüneyd-i Bağdadi tasavvuf sıkıntı ve bela anında kalpte ferahlık duymaktır diyor. Tüm bunların özeti tasavvufun güzel ahlak, edep ve bunları yaşama biçimi olduğunu anlıyoruz. Buradaki farklılık herkesin faklı yaşamasıyla alakalıdır. Siz kendi çapınızda en doğruyu yaşamaya gayret ediyorsanız o zaman huzurlu oluyorsunuz. Huzurlu olunca da Allah’ın huzurunda olduğunuzu hissediyorsunuz.

Sizce biz toplum olarak inançlarımızla ve ibadetlerimizle barışık mıyız?

Çok barışık olduğumuz söylenemez. Eğer ibadeti sadece beş vakit namazla sınırlarsanız o namazın hakikatini yerine getirmemiş oluyorsunuz ki ibadetten gaye Allah’la bir ve beraber olmaktır. Mesela beni çok etkileyen bir hadiste peygamber efendimize soruyorlar zina günah mıdır diye. Dua edelim de bir daha yapmasın diyor. Yalan söyleyen Müslüman mıdır? Diye sorduklarında ise değildir diye cevap veriyor. Eğer Müslümanım diye iddia ediyorsanız yalanın hiçbir türlüsü olmaz. Zina yapmamak daha kolay çünkü insan kendini bir şekilde zinadan koruyabiliyor fakat yalan söylememek çok zor bir iş. O kadar alışmışız ki yalana ezelden beri bir yatkınlığımız var. o yüzden İslam dinlerin en zorudur ve en güzelidir. Dedikodu etmeyecek siziniz, yalan söylemeyecek siniz. Yani bunları yapabilmek en zor iştir. Çünkü bakıyorsunuz televizyonlar baştan aşağıya dedikoduya yöneliktir. Bizi hiç ilgilendirmeyen mahremiyetler tüm görselliğiyle gözümüzün önünde yaşanıyor. Bu mahremiyet herkese açıldığı zaman zaten birlik kayboluyor. Aile birliği kayboluyor, boşanmalar, sıkıntılar ortaya çıkıyor. O bakımdan da ahlaki değerlerimizi yaşamadığımız sürece dindar adı almamız mümkün olmuyor. Ama bunun yanı sıra tasavvufun getirdiği muazzam bir hoşgörü var. Çünkü tasavvuf diyor ki herkes Allah’ın bir ismiyle bu aleme gelmiştir, hangi ismi taşıyorsa ona doğru yönelmek mecburiyetindedir. Bu bakış açısıyla da tasavvuf evrenseldir. Tamamlar, birleştirir, hoş görür. Çünkü bilir ki bir insan kendi dini ve kitabıyla Allah’a ulaşıyorsa o din onun için doğrudur. Yahut bir mezheple, bir tarikatla, bir mürşitle hangi yolla Allah’a doğru yürüyorsa o onun için hakikat ve doğrudur.

Ülke olarak zor günler geçiriyoruz. Terör olayları, sürekli yenilenen seçimler, ekonomik sıkıntılar ve işsizlik gibi. Bunlar bir şekilde topluma da yansıyor. Yaşadığımız zorlukların üstesinden gelmede nasıl bir manevi tutum sergilemeliyiz?

Bizim öncelikle bildiğimiz yapanın ve yaptıranın Allah olduğudur. Şimdi bu bize ne getirir? İçimizde hiçbir şekilde hiçbir hadiseye itiraz olmaz. Ama bir taraftan da Allah’ın emri olduğu için yanlışla ve zalimle mücadele ediyoruz. İsyan etmeden mücadele etme zevkini kazanmalıyız. Bizim mücadelemizde başarılı olmalıyım diye hata var. Halbuki mücadele mücadele içinde zevklidir, başarı için değil. Yani siz Allah için yanlışla mücadele edeceksiniz ama hiçbir şeyi düzeltemezsiniz. Peygambere bile sen düzeltemezsin emri gelmiş. Tabi ki bazı hatalar yapıyoruz, o hataları ödüyoruz. Siz hiç daimi yaz gördünüz mü? Kış gelmezse yazın zevkini anlamıyorsunuz ve bu sefer gezi olayları gibi her şeyden şikayetçi hale geliyoruz çünkü kış görmemişiz. Onun için arada bir kış göreceğiz. Yaza layık olacağız. Bu bakımdan hiçbir şey her zaman mükemmel gitmez. Hz. Ebubekir demiş ki; Allah’ım beni hiç mi sevmiyorsun ki acı vermiyorsun. O anda en sevdiği dedesini öldüğü haberi gelmiş. Çok şükür selamın aldım Allah’ım demiş. Yani bunlar Allah’ın imtihanlarıdır ve bu imtihanlarla terbiye eder. İslam nedir? Allah’ın kurallarına ve kararlarına teslim olmaktır. Bizde bu teslimiyetin aksi var teslim olamayıp kendimiz bazı şeyleri değiştireceğimizi düşünüyoruz. Değiştiremeyiz ama uğraşırız. Uğraş emri var çünkü. Devalı çalış, çabala, mücadele et ama sonuç senin elinde değil onun elinde. Bu çok rahatlatıcı bir şeydir. Hz. Ali’nin yüzüne tükürüldüğünde kılıcını bıraktığı hadiseyi hatırlayın. Hakikati budur savaşmanın, nefsin için değil Allah için mücadele.

İslam’ın bir hoşgörü dini olduğu herkes tarafından bilinmesine rağmen kin ve nefret duygusu bizim toplumumuzda yaygınlaşıyor, gittikçe daha asabi oluyoruz. Acaba bunun sebeplerinden bir tanesi de dinimizden uzaklaşmak mıdır?

Özellikle 2000 yılından itibaren dünyanın fiziksel olarak aşırı hızlandığını fark ediyoruz. Dünyamızda hız arttı bu fiziksel olarak da manevi olarak da böyle. İşte bu duruma ayak uyduramadığınızda sıkıntılar başlıyor. Ayak uydurabilmeniz içinse iman lazım. Yani bundan kasıt dindar olmak değil imanlı olmak. İmandan uzaklaşınca hayat bize çok daha zor geliyor. Onun içinde daha karamsar, daha kırıcı, daha çok insanlarla kavgalı oluyoruz. Mevlana’ya soruyorlar; Namazdan daha büyük bir ibadet var mı? Bunun üzerine “İman vardır” diyor. İmansız namazın ne faydası var?

Dinimizde bedduanın yeri nedir? Anne ve babanın bedduası tutar mı? Bedduanın günahı nedir? Bir anlık sinirle edilen beddualar yerine ulaşır mı?

Edilen tüm beddualar yerine ulaşmayacağı gibi bize geri döner. Tamamen kendimize ediyoruz. Çünkü Allah zaten kime ne yapacağını bilir ve bize sormayacaktır. Ayrıca bizim Allah’a akıl öğretmek gibi bir haddimiz yok. Aslında herkesin insana faydası vardır. Benim kimseyi cezalandırma hakkım yok. Mevlana diyor ki; “hiçbir dostun dosta faydası olmaz tekamülde, düşmanın faydası olur.” Onun için şeytan çok yararlı bir varlık. O olmasa sizin ahlaklı olduğunuz nasıl çıkacak ortaya. Zaten dün nefret ettiğimize yarın dualar ediyoruz. Bu nedenle beddualar bize döner. Kesinlikle beddua etmemek gerekir. Tabi ki ana, babanın bedduasını almamak gerekir. Çünkü ana ve babanın evladıyla olan ilişkisi Allah katında çok önemlidir. Bunun sebebi de vefasızlıkla alakalıdır. Bizi bu dünyaya getirip, Allah’ı anlamamızı, sevmemizi ve bilmemizi sağlayan ne olursa olsun ana ve babamızdır. Onun biz vefalı olmalıyız. Ahlaksız bile olsa hürmet edilecek diyor peygamber.

Peki, kalbimizi kıran insanı nasıl karşılamalıyız? Aramızdaki husumetleri nasıl kapatmalıyız?

Kalbimizin kırılmasından daha büyük bir lütuf olamaz. Çünkü Allah diyor ki; “ senin kalbin ne zaman kırıksa ben senin yanındayım ve tüm isteklerini kabulü hazırım.” Kalbi kırılan insan kalbini kıranla meşgul olacağına Allah’ın yanında olduğunu düşünerek istekte bulunsa daha hayırlı bir şey yapmış olmaz mı? Yani dışarıdaki her şey aslında sanaldır. Biz sanal olanları varlık sanıyoruz. Allah çeşitli isimlerle o sanal tecelli ediyor ve bizi onlarla adam etmeye çalışıyor. Tüm mesele bundan ibarettir.

Sizce mutluluğun sırrı nedir?

Yalnız ve yalnız halinden memnun olmaktır. Başka mutluluk yok. Başınıza gelen her şeyin sizin için hayırlı olduğunu bilerek yaşamaktır. Cennetin kapıcısının adı Rıdvan’dır. Rıdvan razı olanların en yücesi demektir. Razı olduğunuz her şey sizi cennete sokar. Cehennemin kapıcısının ismi ise Malik’tir. Benim dediğiniz her şeyde sizi cehenneme sokacaktır.

Özellikle yurtdışı konferanslarınızda Müslüman olmayan insanların bizim dinimizle ilgili size yönelttikleri sorular nelerdir? Şiddetin en çok İslam coğrafyasında olmasını yadırgıyorlar mı?

Ben bu soruları kesmek için en başta dinimizin tam manasıyla uygulanmadığını anlatmaya çalışıyorum. Şiddet İslam coğrafyasında değil, şiddet peygamberlerin indiği coğrafyadadır. En problemli yer neresiyse peygamberler oraya inmiş. Şiddet dindarların coğrafyasında çünkü Allah düzeltmek için oradan başlamış. Fakat insanın yapısında negatiflik varsa, cehennem varsa, ateş varsa, şeytan gibi ateşten yaratıldıysa doğal olarak kavga, gürültü sevecektir. Bunu da dışarı vururken bir sebebe bağlayacaktır. Komünizm, kapitalizm bitti, şimdi İslam’ı karşıya almak gibi bir fikir yarattılar. Bunu daha göze sokmak için kışkırtıyorlar. ABD’de İslamafobi var. Ben çok şükür var diyorum. Bu sayede çoğu insan İslam’la daha çok ilgileniyor, daha çok okuyorlar. Böylece bu tam ters tepki yaratıyor. Müslümanlığın artmasına neden oluyor. Ama bu arada bizde boş durmuyoruz. Yurtdışında açılan kürsülerin hepsi İslamafobi ile peygamberin hakikatiyle anlatılarak mücadele veriyor.

Yurt dışında açılan İslam Kürsüleri hakkında bilgi verir misiniz?

Öncelikle ben Türkiye’de daima bir tasavvuf enstitüsü kurmak istedim. Bunu dini bir okulda değil de, normal bir üniversitenin içinde kurmak istedim. Hemen hemen 20-25 senedir bu tür bir çalışmam var. Fakat önceleri şimdiki kadar müsamaha olmadığı için böyle bir şey yapamadık. Yapamayınca ABD’de 10 senedir ders verdiğim Kuzey Karolina Üniversitesi ile anlaştık. Orası benim teklifime çok pozitif baktı. Dolayısıyla orada bir İslam Kürsüsü kurduk. Çok başarılı oldu. Yani şu anda tasavvufi bir İslam Kürsüsü orada hizmet veriyor. Başında Müslüman bir hanım efendi var ve inanılmaz çalışmalar yapıyor. Kitaplarıyla çok tesirli olduğu gibi doktora ve mastır öğrencileri de yararlanmak için peşindeler. İslamafobi ile mücadele ediyor ve İslam’ın kadın haklarıyla ilgili kitaplar yazıyor. Daha sonra Çin’de bir kürsü kurduk. Bu bir mucizedir. Hiç yabancı ve dini kürsü yoktu. Türk adı bile geçmiyordu. Biz Türk Kadınları Kültür Derneği olarak kurduk. Dolayısıyla Çin’deki kürsümüz çok başarılı oldu. Bu sene muazzam bir İslam sempozyumu yaptık. Çok tesirli oldu. Özellikle Uygur Türkleri ilk kurduğumuzda bayramımız bugün dediler. Pekin üniversitesi Uygur Türklerini kabul etmiyordu. İlk defa derslere girip dinleyebilme hakkını elde ettiler. Bu sene sempozyuma gittiğimde bana oradaki tüm Çinli öğrenciler biz üniversitenin çeşitli bölümlerini okuyorduk, adımız Müslümandı ama sadece namaz kılıyorduk. Şimdi artık geleceğin İslam profesörleri olarak tüm dünyaya Çin’den hizmet edeceğiz diyorlar. Bizim Çin’de kurduğumuz kürsü dini şeriat kısmını, dinin hakikatini de öğretiyor ki dine gelsinler diye. Son olarak Japonya ile anlaştık. Kyoto Üniversitesi bizi kabul etti. Önümüzdeki mayısta Allah izin verirse büyük bir sempozyumla oradaki kürsümüzü de açacağız.

Önümüzdeki yıllar için hedefleriniz nelerdir?

Türkiye’de nihayet Üsküdar Üniversitesi’nin içerisinde bir tasavvuf enstitüsü kurduk. iki senedir sertifika programlarına başladık ve dolup dolup taşıyor. Doktora ve mastır için hocaya ihtiyacımız var. Hocalarımızı tamamladığımızda onlara da başlayacağız. Benim çok büyük bir idealim olan Arapça ve Farsça derslerimizde üniversitemizde başladı. Arabistan’dan ve İran’dan gelen, konularına çok hakim olan profesörler ders veriyorlar. Oxford Üniversitesi bizden bir kürsü istedi. Tabi bunların hepsi gerçekleştirmek ciddi bir maliyete dayanıyor. Bizimde şu an açıkçası beş kuruşumuz yok. Bizim hayatta hiçbir zaman paramız olmaz. Benim şöyle bir düşüncem var. Allah bir şeyi yapmamı istiyorsa o parayı yollar. İstemiyorsa yollamıyor. O zaman bende vazgeçiyorum. O bakımdan tabi ki paraya dayalı bazı şeyler var. Üniversitedeki hocalarımızın paralarının da ödenmesi gerekiyor. Bunları inşallah bir kolay yolla Allah nasip eder. Beni çok memnun eden şeyler var. Arkamdan gelen beni kat ve kat geçmiş ve tasavvufu yaşayan koca bir güruh var. Onlarla beraber yaşadık, onlarla beraber hadiseleri karşıladık ve onlar bu yolu devam ettireceklerdir. Tabi onun için kişiye bağlı olmadığını da görüyorsunuz. Bu işler ekiplere bağlı, doğru ekipler, doğru çalışmalar, doğru yaşamak, bu yolu devam ettirecektir. Benim şuan çok ana bir gayem var. O da şehit olmak. Allah bana şehadet nasip etsin. Bu şehitlik tabi illa ki herkesin anladığı şehitlik olmuyor. Şehitlik şudur ki son nefesimizde bile doğru hareket ederek Allah’la bir ve beraber olmaktır. Allah bunu ve İslam’a hizmet etmeyi nasip etsin.

Birçok kitap yazdınız, yazmaya da devam edeceksiniz. Size bu kitapları yazdıran, çıktığınız bu sırra yolculuğu okuyucularınıza nasıl açıklarsınız?

Ben zaten tecrübelerimi mi anlatıyorum. Görmediğim, bilmediğim ya da duymadığım, yaşamadığım hiçbir şeyi anlatmıyorum. Ütopik görülen şeyleri de yaşamışımdır mutlaka ya da çevremde birileri yaşamıştır. O bakımdan bu çevre olduğu sürece de yazmaya devam ediyorum.

Bizim samimi bir şekilde İslam’ın tüm şartlarını uygulayan bir grup olarak asla şeriattan taviz vermeden ne namazımızı bırakarak ne orucumuzu bırakarak işin manasını anlatmaya çalıştığımızı bu yüzdende bir birlik ve beraberlik oluşturmaya çalıştığımızı insanların görmesi benim çok büyük bir isteğim.

Röportaj: Ayşegül Aktepe

Turkcell Superonline
Turkcell Superonline Atatürk Orman Çiftliği