HAYAL GÜCÜNÜ ZORLAYAN SİYASİ BİR KURGU

07 Temmuz 2015

Yasin TOPALOĞLU ile Türkiye'de yayıncılık ve yeni çıkan kitabı “Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” üzerine konuştuk…



Yasin Topaloğlu’nu bize anlatır mısınız?

Kilis doğumluyum. 2002 yılından beri yayıncılık yapıyorum. Daha önceki dönemlerde de hem gazetecilikle hem de ticaretle uğraştım. Şu anda 4 alt markasıyla faaliyet gösteren Elips Kitap'ta yöneticilik yapıyorum.

Elips Kitap'ı nasıl tanımlarsınız, neler yapmaktasınız?

Türkiye’de yayıncılık çok farklı dinamiklere sahip. Elips Kitap aralarında 40-50 yıllık yayınevlerinin de olduğu markaların içerisinde ilk 30 yayınevi arasında. Biz yayıncılığı bir ideolojik temelden ziyade daha çok kültürel değerler üzerinden okumaya çalıştık. Bizim yayın anlayışımızda hiçbir ayrım gözetmeksizin her dünya görüşünün nitelikli, kaliteli kitaplarını bastık. Türkiye’de en bağnaz sektörlerden biri yayıncılık sektörüdür. Düşünceleri farklı, hızlı, ileri, değişken olması gereken yayıncılık sektörü, dünyayla çok irtibatlı olmasına rağmen ne yazık ki hazin bir şekilde ideolojiler üzerinden bir anlayışı var. Biz Elips Kitap olarak bu zihniyeti değiştiren bir çıkış yaptık. Bu konuda tabi ne kadar başarılı olduğumuzun takdirini elbette okuyucu yapacaktır. Ama biz olabildiği kadar bu sektörde edebi, nitelikli kitapları ve yazarları gün yüzüne çıkarmaya çalıştık. Şu ana kadar beş markamızla yayınladığımız 800 civarında kitap var. Bu 8-10 yıllık bir zamanda çok iyi bir grafik, çok iyi bir rakamdır. Bir yayınevinin son derece sınırlı imkanlarla ayakta durması çok mühim bir iştir.

Türkiye’de yayıncılık ne durumda?

Türkiye’de yayıncılık kendi dinamiklerini henüz üretemedi. Mevcut alfabeyle okuryazar oranının artmasının 50-60 yıllık bir mazisi var. Dolayısıyla bu alfabenin bizde böyle bir geçmişi varken kitap okurunun azlığını seslendirmek çok normal bir şey değildir. Bir Fransız okuyucu Victor Hugo’nun “Sefiller” ini okurken onu ilk yazıldığı haliyle okur. Çünkü Fransızca mütemadiyen değişmiyor. Ama bizde dille ilgili imla kurallarını dakika başı değiştiren bir Türk Dil Kurumu var. Bugün böyle olmalı dediği kurala yarın başka bir format getirebiliyor. Bu nedenle yayıncılık kendi dinamiklerinde paranın geri dönüşünün zor olduğu, insan kaynağının yeterli olmadığı zor bir iştir. O yüzden ayakta durmaya çalışan yayınevleri takdir gerektiren bir yerde duruyorlar. Türkiye’de böyle bir yapı var.

MEB'de eğitim anlayışı farklı, her iktidar kendine özgü bir eğitim sistemi getiriyor. Onu da bıraktık bir parti 3 dönem iktidar oluyor, bu 3 dönemde de 3 ayrı eğitim sistemi, sınav sistemi getiriyor. Şimdi her talebeye tablet bilgisayar deniyor. Bu en saçma, en absürt, en garip hiç olması gerekmeyen bir uygulamadır. Siz çocuğun eline tablet verdiğiniz zaman o tabletin içerisindeki bilgiler o çocuğun beynine gitmiyor. Böyle bir teknoloji henüz üretilmedi. O zaman zaten var olan teknolojik imkanlar talebeleri okullarda esir almış oluyor. Uyuşturucu tehlikeli ve çok kötü bir şeydir. Ama başka tehlikeli ve kötü bir şey de ilkokula giden bir çocuğun cep telefonunun olmasıdır. İşte bu da en az o uyuşturucu kadar tehlikelidir. Birisi size fiziki ve kimyasal yolla saldırıda bulunuyor. Öbürü ise beyin fonksiyonlarınızı uyuşturuyor. Aile içi iletişim, insanlar arası iletişim koptu. Bir lokantaya gidiyorsunuz 4 kişi oturmuş, masada yemek yemelerini ve sohbet etmelerini umuyorsunuz ama dördü birden akıllı telefonuyla akılsızca bir iş yapıyorlar. Yüz yüze görüşmek mi daha öncelikli ve değerlidir? Yoksa telefonla arayan mı öncelikli ve değerlidir? Yüz yüze görüşmenin imkanlarını kullanmak bundan istifade etmek yerine millet telefonu öncelikli hale getiriyor. Yetmiyormuş gibi çocuğun eline bin dolarlık akıllı telefon veriliyor. Bu çocuk onunla uyuşuyor, melekelerini kaybediyor, zihnini körleştiriyor. Kendi beynimizi çalıştırmadan her işi o telefona gördürüyoruz. Bu beraberinde zihnin tembelliğini, beynin hücrelerini kapatmasını getiriyor. O zaman neden Türkiye’de bu kadar kötü bir toplumsal yapı var diye soruyoruz? Niye komşuluk ilişkileri bu kadar kötüleşti? 'Millet neden kırgın ve kızgın?' gibi sorular türüyor. Şimdi yeni yetişen gençler okumaya başka bir boyut kazandırmış, evliliğe farklı bir bakış açısı geliştirmiş, ne olduğunu anlamakta güçlük çektiğimiz zihni tembel, ufku yetersiz böyle bir nesil alttan geliyor. Bunu bir de tablet bilgisayarlarla tahkim ediyoruz. Örneğin evinizde çocuğunuz tabletle oynuyor, "Ne yapıyorsun?" diye sorduğunuzda ders çalışıyorum diye cevap alıyorsunuz. Baktığınızda tablet bilgisayarın arkasında hakikaten Milli Eğitim Bakanlığı yazıyor.

Peki, sizce e-Kitap’ta zararlı mıdır?

Elbette konvansiyonel bir doyuma ulaşmamışken, normal kitap okuyucusu belirli bir seviyeye ulaşmamışken bunun birde e-kitap üzerinden bağımlılığı daha da enteresan oluyor. Bilgisayar ve cep telefonu Türkiye’de 2000’li yıllardan itibaren yoğun bir şekilde yaygınlaştı.Bu bağımlılık büyük şehir hastalığı diye tabir edilebilecek yeni bir hastalık modeline dönüştü. İnsanlarda boyun fıtığı, bel fıtığı ve bu tarz hastalıklar arttı. Adam sabah dokuzda geliyor, akşam beşe kadar bilgisayarın başında oturuyor. Bu beraberinde sizin zihni melekelerinizi, görme ve anlama yetilerinizi her şeyinizi yoruyor. Hayat ile temasınızı sınırlayan bir şey. İş yerinde bu şartlar varken ve gidiyorsunuz aynı şeye evde de devam ediyorsunuz. Bu beraberinde sosyal medya bağımlılığı getiriyor. İnternetten 10 dakika koptuğunuzda dünyadan koptuğunuzu düşünüyorsunuz. Halbuki dünyada değilsiniz, siz bir sanal alemin içerisindesiniz. Zevkleriniz, ilişkileriniz, dostluklarınız tüm bunların hepsi sanal ve giderek bu sanallığın içerisinde de ilkel kavimler gibi semboller üzerinden anlaşan bir nesil oluştu. Sana selam verilirken artık gülücüklü bir kafa gönderiyor. Merhaba derken sana başka bir sembol gönderiyor. İşte bu ilkel kavimlerin işaret üzerinden yürüttüğü dil biçimidir. Şu an 30’lu yaşlarını sürdüren neslin konvansiyonel olarak gazete okuduğunu düşünmüyorum. Gazeteyi internetten, cep telefonundan okuyorlar. Dostluk ihtiyacını facebook ve twitter’dan gideriyorlar. Sosyal medya mecralarına çok bağımlı kaldığınız anda hiç yüzünü görmediğiniz isimleri, fotoğrafları kendi ailenizin fotoğraflarından daha çok görüyorsunuz. Sanal bir münasebet gelişti. Yani neredeyse ileride yeme-içme ihtiyacının da haplar üzerinden yürüdüğü bir noktaya geleceğiz ve insanlar yürüyen zombilere dönecek. Çünkü insanlar koşmuyor, yürümüyor, açık havaya çıkmıyor, okumuyor. Televizyon bile internetin çok çok gerisine düştü. Mesela internette bazı paradoksal durumlar var. Canlı olarak Kabe’den yayın izliyorsunuz derken oradan çıkıyorsunuz çok müstehcen bir görüntüyle karşılaşıyorsunuz. Bu kadar her şeye kolay erişilebilen bir ortam var internette.

Ülkemizde geçen yıl basılan kitap sayısı 23 milyon iken Japonya’da ise 4,2 milyar. Okuma oranlarımız sizce neden bu kadar düşük?

Japonya’nın kalkınma dinamiklerini oluşturan şey Çin tehdidine karşı ABD’nin bölgede kendine bir müttefik aramasıdır. Batılı zihin okumaya odaklı bir anlayışa sahiptir. Kendini kitap üzerinden keşfeden, yenileyen, kitabı merkeze alan bir medeniyettir. Japonlar bu konuda daha da ileri gitmiş bir millettir. Bir Japon’un bir yılda okuduğu kitabı 25-30 Türk ancak bir yılda okuyabiliyor. Bu anlamda Japonya kendi kültürünü de muhafaza ederek yeni bir dil inşa edip hem teknolojiyi hem kendi kültürünü iç içe geçirip bir zihin üretiyor. Gerek ürettiği ürünlerle, gerek buluş ve benzeri alanlarda bir ilerleme kaydederken, kültürde de ilerleme kaydediyor. Türkiye’yi okuma düzleminde Japonya’yla kıyas etmek çok anlamlı olmaz. Yani bizi kitap okuma konusunda Kırgızistan’la bile kıyaslamak yanlıştır. Çünkü orada okuma konusunda bir Rus tasavvuru var. O bölgeyi Rusça üzerinden fetheden Bolşevik devrimi kitabı ve yazarı da önemsiyor. Bizi eğer kıyas yapacaksak Patagonya’yla, Somali’yle falan kıyaslamak gerekir. Halbuki büyük medeniyetler kurmuş İslam dünyası ve onun en önemli rehber kitabı Kuran-ı Kerim’in ilk ayeti "oku" diye başlar. Biz okuryazar olmayan bir millete dönüştük. Bu sadece Türkiye ve Türk milleti için değil maalesef son iki yüzyıldır İslam medeniyeti bir buhran yaşıyor. Hindistan’da, Endonezya’da, Doğu Türkistan’da, Suriye’de, Somali’de İslam dünyasına bir baktığımız zaman her yerde ilk emir oku olmasına rağmen, okumakla ilgili her hangi bir dünyamızın olmadığı bir yere savrulmuş durumdayız. O yüzden temel mesele bizim kendi medeniyetimizin dilini üretmek üzerine kurulu olmalıdır. Ben tabi çok umutsuz değilim bu konularda. Türkiye’de okuma oranlarının, kitaba olan rağbetin giderek arttığını düşünüyorum. O istatistik verileri de her zaman çok sağlıklı olmuyor. Zaten toplumların önderliğini yapan belirli bir kitle vardır. Herkesin yazar, herkesin fırıncı olması beklenemez. Herkesin kendisini iyi hissettiği işler yapması önemlidir. Manav iyi manavlık yapar, öğretmen iyi öğretmenlik yapar, bir başkası iyi başbakanlık yapar. Burada herkes çok fazla kitap okuyacak diye bir şey yok. Türkiye’de 800 bin tane öğretmen var. Bu öğretmenler okumuyor ki talebelere kitap okuyun desin. Siz daha öğretmeninizi eğitememişsiniz ki... Milli Eğitim Bakanlığı son 1-2 yıla kadar öğretmenleri bilgisayar sistemi üzerinden alıyordu. Bir sistem var, falanca okulu bitirmişsiniz KPSS’niz tutuyor ve piyango size vurursa öğretmen oluyorsunuz. Sizi bakanlıktan bir yetkili görüp tanımadı. Siz psikopat mısınız? Sapık mısınız? İyi biri misiniz? Bunları bilmeden sistem sizi öğretmen olarak atıyor. Atadığı andan itibaren de sizi öğretmenlikten men edemiyor. Siz ilelebet yüz kızartıcı şeyler yapmadığınız sürece öğretmensiniz. Şimdi bir işverenin görmediği birini iş alması mümkün mü? Ama Türkiye’de ki eğitim sistemi şuan bu durumdadır. Burada sistemin arızalarını gidermeye yönelik bir şeyler yapmalıyız. “Öğretmenimiz okumuyorsa talebe okumaz” temel mesele budur.

Birazda yeni kitabınızdan bahseder misiniz?

Bu benim ilk kitabım. 4-5 tane nehir söyleşi kitabı yaptım. Aydın Menderes’le, İsmail Hakkı Pekin’le, Mehmet Metiner’le, Kahraman Emmioğlu ve Dursun Çiçek’le nehir söyleşi kitapları yaptım. Bunların dışında birkaç tane yayınlanacak olanlarda var. Ancak benim bu kitabım fikir olarak “Türkiye’yi Sarsacak 10 Gün” dediğim bir siyasi kurgu kitabıdır. Yani ilk defa Türkiye’de siyaset alanında bir senaryo canlandırıyoruz. Nedir bu senaryo? 10 tane başlık altında.."Recep Tayyip Erdoğan’ın Öldüğü Gün" Türkiye ve dünya nasıl olur? Sorusuna cevap arıyorum. "Fetullah Gülen’in Cenazesini PKK’nın Kaçırdığı Gün", "Turan Yazılımın Microsoft’u Satın Aldığı Gün", "CHP’nin Tek Başına İktidar Olduğu Gün"; "Haydar Dede’nin Diyanet İşleri Başkanı Olduğu Gün", "İstanbul’un 8,2 Şiddetinde Depremde Yıkıldığı Gün", "Türkiye’nin NATO ve AB’den Çıktığı Gün", "Abdullah Öcalan’ın Milletvekili Seçildiği Gün"; "Halife Uyandığı Gün", "Türk Ordusu Kudüs'e Girdiği Gün" gibi 10 tane senaryoyu geçmiş enstantaneleri bilgi, gelecek enstantaneleri projeksiyon olacak bir şekilde yazdım. Ben burada ilk defa siyasi bir kurguya yer veriyorum. İnsanlara diyorum ki; Türkiye NATO ve AB’den çıkarsa nasıl olur? 1999 yılında 7,4 şiddetinde bir depremle ülkemiz birkaç şehrini kaybetti. Tarihimizin en büyük felaketlerinden biriydi. 30 bine yakın insanımızı bu depremde kaybettik. Türkiye’nin tüm zenginliklerini, üretimini Bursa, Yalova, İzmit, İstanbul, Çerkezköy ve Çorlu’ya yoğunlaştırırsak ve burada 8,2 şiddetinde deprem olursa 400 bin insan ölür. Türkiye yaklaşık olarak 1 trilyon dolar kaybedip yüzyıl geriye gider. Bu aynı zamanda Türkiye’nin şehirleşmesiyle ilgili çarpıklığı da ortaya koyuyor. Sonra Abdullah Öcalan’ın milletvekili seçildiği bir günü tasvir ediyoruz. Peki, bu mümkün müdür? Bundan üç sene evvel her hafta bir heyet İmralı’ya gidip Öcalan’la oturup eşit bir şekilde görüşeceğini söyleseydik buna kimse inanmazdı. Ama gidişat o ki Abdullah Öcalan milletvekili olacak. Şimdi NY Times Gazetesi seçimle ilgili bir kritik yaparken NATO’yu Türkiye’ye müdahaleye çağırıyor. Tayyip Erdoğan’da bu konuda NY Times’a haddini bildiriyor. Ama orada enteresan bir şey var. NATO üyesi bir ülkeye NATO’yu müdahaleye çağırıyorsunuz. Bu beraberinde neyi getirecek? Bir safha sonra Türkiye bakacak ki NATO ve AB ayak bağı oluyor. Bir gün gelecek ve diyecek ki biz NATO ve AB’den çıkıyoruz. Bu anlamda bilim kurgu benzeri, siyasi kurgu diliyle Türkiye’yi sarsacağını düşündüğümüz 10 gün üzerinden insanlara ufuk açıcı, hayal gücünü arttıracak bir kitap yazmaya çalıştım.

Röportaj: Ayşegül AKTEPE

Turkcell Superonline
Turkcell Superonline Atatürk Orman Çiftliği