Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Selman ADA

14 Mayıs 2015

Genç yaşta yeteneğiyle kendisini kanıtlamış, eserleri ile Türk Operası’nı bambaşka bir yere taşıyan, operaları yurt dışında icra edilen Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Selman ADA ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.



Sizin için Batı’da “Türkiye’nin aydınlık yüzü”, “Dünyaya açılan ilk Türk opera bestecisi” gibi tanımlamalar yapılmaktadır. Sanat geçmişinizden bizlere bahseder misiniz?

Müziğe olan yeteneğim çocuk yaşta keşfedildi. Bu benim için çok büyük bir şanstı. Çevrenin de etkisiyle ilkokulda hemen keşfedildiğimden epeyce bir destek gördüm. Devletimizin 6660 sayılı bir yasası var. Bu yasa sanatta üstün yetenekli çocukların yurt dışında eğitimini öngörüyor. Sınavı kazanınca Paris’e gönderildim. Önce enstrüman eğitimi aldım. Fakat arkasından hayat beni orkestra şefliğine, besteciliğe doğru yönlendirdi. Devlet operasına çok genç yaşta girdim. Bir zamanlar dünyanın en genç opera orkestra şefi olarak anılmaya başlandım. 22 yaşımda İstanbul Operası’nda orkestra şefliği yapıyordum. Bu böyle hızla devam etti. Sonra giderek orkestra şefliğinin yanı sıra, geri kalan zamanımı beste yapmaya ayırmaya başladım. Son 10-15 yıldır da bu şekilde çalışıyorum. Bu sayede ülkemize evrensel sanat alanında 3 opera, 2 oratoryo ve yine birçok senfonik müzik, piyano eserleri şeklinde - tam da yaşım kadar- 62 tane eser verdim. Sonunda hizmete devam ettiğim kurumun başına çağırıldım.


Yurt dışında muazzam bir eğitim aldıktan sonra ülkemize döndünüz. Bu sürece değinir misiniz?

Eğitimimin önemli bir bölümü yurt dışında geçti. Paris’te 22 sene kaldım. Sayısız konser, resital verdim. Çok sayıda öğrenci yetiştirdim. Fransa’nın en prestijli kurumlarında dersler verdim. Yoğun bir sanat hayatım oldu. Oradaki yüksek tansiyonun, gelişmiş temponun içinde yaşadım. Böylece kendimi geliştirme fırsatı buldum. Türkiye’de bu deneyimlerimi yansıtmaya gayret ediyorum. Bu noktada Türk opera bestecileri arasında en şanslısı herhalde benimdir. Zira ilk defa bir Türk operası, bir batı ülkesinin repertuvarına giriyor. Biz batı ülkelerinin tüm repertuvarlarını icra ediyoruz. Bizden ilk kez bir eser batı ülkelerinin repertuvarına giriyor. O da “ Ali Baba & 40” dır. O bakımdan da tabii ki kıvanç vesilesi oldu benim için.

Sanata verilen değer açısından oradaki sanat algısıyla burayı kıyaslayacak olursanız neler söylersiniz?

Ülkelerin sosyokültürel, ekonomik yapılarıyla sanata yaklaşım tempolarını, hızlarını ya da göstergelerini ölçmemiz lazım. Türkiye kendi imkanları içerisinde düşünüldüğünde çok güçlü sanat heyecanı olan bir ülkedir. Ama tabii yüzdelerle konuşursak bu yüzdeler bizde henüz çok yükselmiş değil. Dünyanın hiç bir yerinde sanata verilen değer çok yeterli değildir. Yani dünyanın en gelişmiş ülkelerinde sanata değer verip de bilet alıp izlemeyi düşünen, tiyatro, opera, bale vb. konulara eğilenlerin yüzdesi çok düşüktür. Bunların yüksek olduğunu zannedenler Avrupa’da yaşamamış olanlardır. Türkiye’de opera ve bale sanatına yaklaşım 0,0003’tür. Bu rakam batı ülkelerinde 0,001’e kadar yükseliyor. Genelde nüfusa oranla baktığımız zaman gişedeki satışı şehrin nüfusuna oranla ölçtüğümüzde ortaya böyle rakamlar çıkmakta. En düşük değerler İstanbul’da çıkıyor. Onun da tabii bir nedeni var İstanbul’da bizim büyük bir salonumuz yok. Taksim’deki AKM tamirde olduğu için biz bu noktada İstanbul nüfusuna uygun durumda değiliz. Ama eğer ki biraz imkanlarımız artar da en az iki tane, her biri bin beş yüz kişilik, salonumuz olursa İstanbul’un rakamları da yükselir. Tabii, giderek sanata daha çok değer veren bir halkımız var. İnsan geliştikçe sanata değer vermeye başlıyor. Ülkemizde de gelişim hızla devam ediyor. Sadece İstanbul, Ankara, İzmir değil başka illere de yayılmaktadır. Mesela biz turnelere gidiyoruz Anadolu’da fevkalade ilgi görüyoruz. Bu bizi çok mutlu ediyor. Şimdi de Mardin’e gideceğiz. Daha evvel de gitmiştik. Tamamen dolu temsil yapıyoruz. Anadolu’ya gittiğimiz zaman seyircimiz ayakta oluyor. Bunu tabii çok önemli buluyorum. Bir şeylerin değiştiğini, “Ben operadan anlamam, baleden anlamam!” demeyenlerin çoğaldığını, merak edenlerin, ilgi duyanların arttığını görüyoruz.

İnsan, karnı doyup, ısındığı andan itibaren bedii ihtiyacı başlar. Bunun sanatla beslenmesi gerekir. İnsanın sanatsız yetişmesi toplumu karanlıklara iter zira. Edebi ihtiyaç insanın hayat damarlarından biridir. Türkiye’de sanat, ihtiyaçlar hiyerarşisinde kaçıncı sırada kendine yer bulur?

Çok geniş bakarsak, zanaat temelli bir Türkiye’den bahsedersek çok gelişmiş olduğunu görürüz. Müthiş ustalar var. O noktadan baktığımızda tabii ki sanatın ihtiyaç olarak ortaya çıktığını görürüz. Türkiye’de sanat en son iş değildir. Birçok konudan da önce gelir. Çok ilgili insanlar görüyorum. Ebru sanatına ilgi gösterenler var. Hiç ummadığınız yerlerde karşınıza çıkıyor. Amatör de olsa resim yapan insanlar var. Çocuklarına bale eğitimi verdirenler var. Anadolu’dan bahsediyorum. Sanata yakınlaştıkça insan içindeki sertlikleri de yumuşatabiliyor. Psikolojisine, hayattaki var oluşuna anlamlı bir renk katıyor. Daha incelmiş bir insan olma imkanı buluyor diye düşünüyorum.

Toplum olarak zaman zaman geriliyoruz. Özellikle bu süreçlerin sanata yansımaları nasıl oluyor?

Sanatçılar çocuk gibidir. Coşkuları yüksek olur. Başka türlü sesini duyuramaz endişesi de vardır. Bu doğaldır. Çok huzurlu, çok mutlu anlarda iyi işler olmaz. Sıkıntılar biraz sanatçıların beslendiği şeydir. Sosyal bunalımlar, ekonomik sıkıntılar her zaman her yerde vardır. Sanatçının, mesela çok masrafı vardır. Normal biri gibi yaşarsa sanatçılığını yapamaz. Bir kere mutlaka uçak biletini çok alması gerekir. Hiç kimse gibi değildir. Çünkü görgüsünü, bilgisini batı ülkelerine sık sık giderek geliştirmek zorundadır. Dünyada neler olup bittiğini oturduğu yerden takip edemez. Özellikle sahne sanatı yapanların çok sık yurt dışına gitmesi gerekir. Toplumumuzda çok fazla yaygın olmayan, kitap okuma alışkanlığının olması gerekir. Bir de notalar var. Çok pahalıdır nota satın almak. Mesela benim evimdeki notaların toplamıyla ev alınır. Sanatçı masrafları diye bir şey var. Sanatçı kötü otelde kalamaz, performansı için konfora ihtiyacı vardır. Bunların karşılanması için sanatçının Türkiye’nin genel yapısında ekonomik düzeyinin biraz daha yükseltilmesi gerekir. Ekonomik durumunun gelişmesi şarttır.

Cumhuriyetimizin ilk yıllarından günümüze kadarki süreci değerlendirecek olursak opera ve balede altın çağı ne zaman olarak görüyorsunuz?

Şimdiki dönemi görüyorum. Çünkü bizim artık tüm temsillerimiz ayakta seyirciyle geçiyor. Salonlarımız yetmiyor. Mutlaka Ankara ve İstanbul’da en az 2-3 tane bin 500 kişilik salonlar yapılması gerekiyor. Bunlar kolay değil ama yapılacak şeylerdir. Türkiye’nin 2023 gibi çok önemli bir hedefi var. Her alanda muazzam bir gelişmeyi öngörüyor. Sahne sanatlarında da varılabilecek en iyi noktaya en azından Ankara, İstanbul ve İzmir’de operalar inşa ederek ulaşılabilir. Bu konuda geçmişten beri gelen bir ihtiyaç var. Hazırda olan projeler de var. Çok değerli bir mimarımızın, ödül alarak Ankara Operasının inşası için yaptığı bir proje var. Birincilik ödülü olan çok değerli mimarımız Özgür Ecevit tarafından yapılan bu proje bir türlü hayata geçemedi. Bizim seyircimiz çok artmış durumda. İzdiham yaşamaktayız. Büyük salonların zamanı geldi diye düşünüyorum.

Sizce dünyaya açılan sanatçılarımız var mı?

Tabi ki var. Olmaz mı? Dünyanın tanıdığı fakat halkımızın yeterince tanımadığı, ülkemizde reklamının yapılamadığı muhteşem isimler var. Eğer saymaya başlarsam unuttuklarım bana alınabilir.
- Üç tane isim sayarsanız kimler olur?

Biri Murat Karahan’dır. Şu anda en son parlayan yıldızımız olarak. Yine İstanbul Operası’ndan Efe Kışlalı vardır. O da tenordur. Yine Ankara Operası’ndan bas Tuncay Kurtoğlu var. O da çok önemli bir bas. Dünya operalarında şarkı söylüyor. Bir tane daha söylemek zorundayım. Dünya operalarında söyleyen tenor Bülent Bezdüz var. Bu arkadaşlarım uzun zamandır çok büyük hamleler yapan, dünyada ses getiren opera şarkıcılarıdır. Tabi dansta da madalyalar alıyoruz. Bunlarla iftihar ediyoruz, kıvanç duyuyoruz. Geçmişte hayal olan şeylerdi bunlar artık gittikçe artıyor. Tenor Ünüşan Kuloğlu var. Dünya operalarında başroller oynayan… Hakan Aysev de operaya çok katkıda bulundu. Bir operacının da çok sevilebileceğini, sanatsal anlamda beğenilebileceğini ispat açısından, toplumla örtüşmesi açısından büyük işleri oldu. O da geçmişte Avrupa’da önemli ses getiren işler yaptı.

Opera ve balede tek başına yetenek yeterli midir?

Yetenek şarttır. Ancak sadece yetenekle de hiçbir şey olmaz. Yetenek bir ise çalışma dokuz olmalıdır. Her gün mutlaka çalışmak gerekir. 2-3 gün bıraktığınızda vücut gidiyor. Enstrümanda bile belli bir süre ara verince eliniz duruyor. Bale yapmak, enstrüman çalmak bir refleks mesleğidir. Nasıl ki gözünüzü düşünmeden kırpıyorsunuz aynı şekilde bale de göz kırpar gibi yapılır. Aynı hareketi milyonlarca kez yapmalısınız ki işte o zaman o hayranlık uyandıran noktaya gelirsiniz.

Devlet Opera ve Balesi’nde toplamda kaç tane sanatçınız var?

Altı opera müdürlüğü ve genel müdürlük toplamı olarak 3200 kişiyiz. Bunun içerisinde sanatçılar, uzmanlar, sahne arkası çalışanları, uygulayıcılar ve memurlarımızla beraber 3200 kişiyiz. Bunun 1600’e yakını ise sanatçı arkadaşlarımızdan oluşuyor.

Röportaj: Ayşegül AKTEPE

Turkcell Superonline
Turkcell Superonline Atatürk Orman Çiftliği